26 Ekim 2011 Çarşamba

Acının kadını erkeği yok!

Bu blogu yazmaya başladığımdan beri kadınların duygularını, erkeğin egemen olduğu bir dünyada kadının hayata nasıl bir sıfır geride başladığını,  evlilikte de olduğu gibi hayatın birçok evresinde erkekten daha fazla fedakârlık ve özveri göstermek zorunda kaldığını kendimden çevremden örneklerle anlatıp durdum.  Bunları anlatırken çok da masum bir dil kullanmadığımı biliyorum. Bir açığını bulduğum her noktada çektim kelimelerin kılıcını… Söylemek istediğim her lafı soktum. Belki, yazılarımı okuyan kadınların içlerinin yağını erittim, erkeklerinin de tüylerini diken diken ettim. Etmeye de devam edeceğim… Daha yazacak o kadar şey, sokacak o kadar laf var ki!

Hani yiğidi öldür hakkını yeme diye bir laf vardır. Şimdi kelimelerin kılıcını kınına sokup bu lafın hakkını vermek istiyorum. Son iki üç haftadır, ülke olarak gözlerimizi her sabah karanlığa açıyoruz… Bir acı dinmeden diğeri başlıyor adeta.  Herkesin gözlerinde acı ve umutsuzluk var.

Ateş düştüğü yeri yakar derler ya… Çok doğru. Bir acıya doğrudan maruz kalmayınca insan o acıyı yüreğinin derinlerinde hissedemiyor. Van’daki deprem ve 24 askerimizin şehit olması hepimizi derinden etkiledi. Bizi bu kadar sarstıysa bunu yaşayanları ne hale getirdi kim bilir?

Eminim birçok kişi gece yatağında gönül rahatlığıyla uyuyamıyor. Ben sıcak bir yataktayken Van’da kadınların, bebeklerin, çocukların, yaşlıların soğuktan iliklerinin donduğunu içimde hissediyorum. Çok kötü bir duygu!!! Sabah haberleri açtığımda dağılmış, sarsılmış ama ayakta kalmaya çalışan insan yüzlerini, çaresizliğin resmini görüyorum.  Kadınların göz yaşlarına erkeklerin acılarını göstermemek için harcadıkları o çabaya şahit oluyorum.
Ama gel gör ki acının rengi, dili, ırkı, kadını, erkeği olmuyor! Bu felakete maruz kalan herkes acı çekiyor.  Herkes bir ötekiyle aynı duyguları paylaşıyor. Kadın olarak belki de erkeklere nazaran şanlı olduğumuz nadir noktalardan biri acı çekmek! Biz acımızı göstererek yaşayabilme özgürlüğüne sahibiz. Bu hediye her ne kadar kadınlar zayıftır diyen erkeklerin bize bahşettiği bir şey olsa da… Acı çektiğimizde ağlayabiliyoruz, bize uzatılan eli tutup, yakınımızın omzundan güç alıp, dilediğimize hıçkırıyoruz.  Yıkılıyoruz, bayılıyoruz, çığlıklar atıyoruz, isyan ediyoruz.
Ama iş erkeklere gelince birden madalyon tersine dönüveriyor. Hayatımda duyduğum en saçma laflardan biri buna sebep olan… Neymiş o Erkekler Ağlamaz!!!! Bu nasıl bir tabu, nasıl bir kuraldır hiçbir zaman anlayamadım. Göz yaşının kadını erkeği  mi olur dedim hep içimden… Bunları düşünmeme rağmen ağlayan bir erkek gördüğümde sarsıldım, şaşırdım. Oysa ağlamak ya bunda ne var şaşıracak! Çocukluklarından itibaren ağlamamaya, acı çekse de belli etmemeye programlanmış erkeklere gerçekten üzülüyorum. Öyle bir baskıya maruz kalıyorlar ki, sanki acı çekerlerse erkekliklerinden kaybedecekler, hele acı çektiklerini öyle ulu orta ilan ederlerse bambaşka bir şeye dönüşecekler. Bu yüzden erkekler duygularını bastırmayı öğreniyor, acılarını içlerinde yaşamayı benimsiyorlar. Ve yine bu yüzden acı çeken kadınlardan tırım tırım kaçıyor, ağlayan bir kadına tahammül edemiyorlar.
Oysa  dedim ya acının kadını, erkeği olmuyor. Biliyorum onlar da en az kadınlar kadar acı çekiyor…
Keşke toplumun dayattığı şu tabulardan kurtulup acılarını yaşayabilseler, paylaşabilseler…. Her anlamda kendilerinden daha güçsüz, daha zayıf, daha eksik gördükleri kadınlardan alacakları çok önemli bir ders var bu anlamda!

Yazan: Reçel

21 Ekim 2011 Cuma

Sonbahar, salyangoz, sen ve ben...

Sonbahar geldi, birçok insanın hüzün mevsimi..Beni ise kendime getiren, yazdan kalma sersemliği sirkeleyip atan, adı mutluluk olan bir mevsimdir sonbahar.Varolduğumu hissettirir bana. Rüzgarla, yağmurla bir de tuhaf ama salyangozlarla aşk yaşarım ben bu mevsimde.
Gizemli renkleri vardır bu mevsimin..Gizemini sanki bir gün çözecekmişim gibi gelir fakat çözmek istemem...Rüzgar başka bir dilde birşeyler fısıldar kulağıma. Anlamam fakat hissederim. Yaz sıcağında her sabah ve akşam iş ile ev arasında mekik dokurken serviste ağzım bir karış açık uyurum bütün bir yaz yapış yapış. Sonbahar uyutmaz beni... İlle de camdan beni seyret der, yağmur damlalarının tatlı tatlı vuruşunu dinlerim. Karnımda tatlı bir kıpırtı kıvranıp dururum. Hani insanlarda olur ya ilkbaharda böyle tuhaf bir kıpırtı. Heeeh işte o bende sonbaharda başlar. İnsanı rahatlatan bir serinliği vardır. Ne üşütür, ne terletir. Tatlı tatlı ürpertir vücudunu, bedenini farkedersin, daha da çok seversin kendini. Toprak kokar her taraf buram buram. Her tarafta salyangozlar gezer... Önüme çıktıkça toplarım onları sokaktan, yeşillikler arasına daha korunmalı bir bölgeye koyarım. Tabi bunu yapmak öyle her baba yiğidin harcı değil, her yağmurda en az yirmi salyangoz kurtarmak demek boru mu? Ben salyangozların hayatını kurtarırken çevredeki kadınlar Shakira vari kızlar ‘ayyy şu deliye bak, manyak bu’ dercesine bakarlarken herhalde yakışıklı adamlar da ‘ulen bu kız ne sümüklü, midesiz şey ‘diye düşünüyorlardır... Oysa ben bu ağır kanlı hayvanlara karşı bir görevim varmış gibi hissederim hep! Halbuki tez canlıyımdır ben, herşey çabucak olsun bitsin isterim bu küçük yapışkan canlıların aksine. 
Salyangozlar beni farklı bir havaya sokar. Sanki hiç aceleleri yok, sadece anın tadını çıkartıyorlar gibi gelir. Kendi kabuklarında kendilerine ait, huzurlu, mutlu,farkında yaşıyorlar sanki... Çok seviyorum salyangozları. Varoluşlarının nedeni insanlığa biraz kendilerine dönmeyi hatırlatmak içindir belki de, kim bilir...

Şimdi bu kadar kelamı niye ettiğime geleyimm...Salyangozlara yaşama hakkı elbete verelim, sokakta yüzümüze kıç görmüş gibi bakanları elbette umursamayalım! Keşke yazı burada bitseydi asıl mesele şu ki bugüne kadar tip tip bakan abuşları hiç takmadım kafama, taa ki bir kaç gün öncesine kadar! 
Heyy yakışıklı, Mehmet Günsur'um benim.........Ne bakıştı o beee, yer yarılsaydı ben içine girseydim. Oysa elimde o küçük yapışkanı görmeseydin gayet yavşamaya meyilliydin bana. O küçücük sümük mü ayırdı bizi ?? Salyanyozcukla ben arkandan öylece bakakaldık, seslenemedik bile, aklımız sende kaldı. Şimdi buradan sesleniyorum sana; O salyangozcuk hayatta, bende deli ve sümüklü değilim!!! Salyangozlara Yaşama Hakkı Verme Derneği'nin Kurucu Başkanıyım. Aslında şuan tek üyemiz blogda da yazan Reçel ama her yağmurda büyüyerek çoğalacağımıza inanıyorum.

Olur da sen de bir gün hatanı anlarsın yaa şunu bil isterim bu özel derneğin kapıları sana sonuna kadar açık....

Yazan: Deniz

20 Ekim 2011 Perşembe

Yurt genelinde alarm: Kuzey fırtınası!

Türküz, doğruyuz, popüler olan bir şeyi direk hayatımızın içine alır, itinayla kopyalayıp, biricik ve tekmişcesine itinayla yaşarız. Popüler olan, milletin diline dolanan dizilerden, filmlerden sonra o dizilerdeki karakterler birden hortlayıp, hücresel bir bölünmeyle çoğalıyorlar…

Bence Asmalı Konak ile başlayan bir serüven bu. Hani bir zamanlar bir Seymen Ağa vardı. Bizim ağa babasının ölümüyle reisliği ele almış, Batılı bir eğitim görmüş ama Anadolu'nun izlerini taşıyan geleneklerine bağlı güçlü, sert fakat duygusal, yurdum erkeğiydi. Dünyası kadınlara hükmetmek üzerine kurulu bu ağacık, zamanında evdeki beslemeye yavşamış hatta ondan olan çocuğunu şehirli karısından da saklamıştı. Ne de olsa ağa işte. Yeri geldiğinde kendi karısına bir tecavüz eder, yeri geldiğinde aşk böceği kesilir.  Şehirli kadını da bir sirk eğitmeni edasıyla eğitir, kıvama getirir, ondan gerçek bir hatun yaratır.  Asmalı Konak’tan sonra her köşe başında bir ağa türedi tabii… Ne entelektüel dediğimiz marjinal kadınlar bile ulan olsa da böyle bir ağa bizi de alsa kanatlarının altına diyerek resmen dönüşüp, mutasyona uğradılar. Bazıları da çakma ağaların peşine takılıp, Bahar olmaya doğru yola çıktılar. Yalancı Bahar oldular sonunda....
Çocuklar Duymasın ile hayatımızda sanki yokmuş gibi Taş Fırın erkeği giriverdi. Bir o eksikti yani. Biz kadınların yontulmamış odun diye tabir ettiği bu tip, sempatik mi sempatik, şirin mi şirin bir dille anlatıldı. Bundan güç alan oduncuklar da yaaa yontmayalım kendimizi taş fırınız ulan biz, light mı olacağız bu yaştan sonra saldılar çayıra ki mevlam kayıra. Etrafımızda birden taş fırın erkekleri türedi...  Taş fırın biraz sonra anlatacaklarımın yanında masum kalıyor bu arada…

Gelelim Issız Adam’a…Ağzımız sulanarak izlediğimiz ayyy canım ıssız kalmış zavallı dediğimiz tipin altında ıssızlık değil narsisizm yatıyor. Abi mutfağa bir giriyor, el çırpmalar, elemanları çevresinde toparlamalar. Sapık sapık tatmin olmaya çalışmalar. Yok grup seks mi yapsam yok ata biner gibi mi binsem şu avrada pozlarında.  Öte yandan da gözüne kestirdiği kendine aşık etmek için yapmadığı maymunluk kalmıyor adamın. Açıkçası kızın ağzından girdi herif burnundan çıktı. Yok en sevdiği kitabı bulmalar, yemekler pişirmeleri,  sürprizler…. Adam narsist işte. Aşık etti kendine olay bitti. Kız adama aşık olduğu anda tekmeyi yedi.  Çünkü o bir değil binlerce kadının ilgisini istiyor. Dünyanın kendisi ayna olacak, muhteşem bir şekilde onu yansıtacak.
Neyse biraz daha yakın döneme bakalım. Şimdi Muhteşem Sülüman’lar ve Kuzey’ler dönemine girdik. Oldukça vahim… Sülüman zaten her erkeğin hayalinde yaşattığı hayatı bir zat yaşayan bir karekter. Harem dolusu cariye, kime isterse ona atlayabileceği, asla reddedilmeyeceği, bir sözüyle kelle uçurtan koca sülümann… Aşık ama o kadar! Hürrem köşede beklesin Sülüman canı istediğinde gelsin, iki mısra şiir okusun, sonra cariyelerine atlasın!  Osmanlı sarayında gerçekten yaşamış bir Sultan Süleyman. Ama sen gel bu karekteri 21.yüzyılda yeniden yarat. Olacak iş mi? Ortalık kendini sultan sanan,  ama matrakçı bile olmayacak tiplerden geçilmiyor. Çevreme bakıyorum da muhteşem sülüman bazı erkeklerin ruhlarını esir almış durumda.

Bir de Kuzey Fırtınası var tabi… Resmen son nokta. O bir vahşi, babanemi bile tahrik edecek bir vücuda sahip, korkusuz, laf altında kalacağına taş altına kalmayı tercih edebilecek biri, aşık olduğu kızın gözüne kum atan, ona hayatı zindan eden, ağzından güzel bir söz çıkmayan, kavgacı, belayı mıknatıs gibi çeken, ona buna laf atan, kısa cümleler kuran, az konuşan, iyi sevişen, bulaşık yıkayan, kolay para kazanmanın yollarını bilen, korkularını aptal cesaretiyle maskelemeyi tercih eden, kötü giyinen, babasından gördüğü şiddeti hayatına yayan bir adam. İçinde Kıvanç Tatlıtuğ olduğu için izlerken ağzımız sulanıyor ama Kuzey Fırtınası Türkiye’ye yayılırsa fena olur. Zaten şimdi bile sağa bak bir Kuzey, sola bak bir kuzey!
Yani olan yine biz kadınlara oluyor. Kuzey’ler bir yandan, Sülüman’lar öbür yandan, Issız Adamlar arkadan, Seymen ağalar karşıdan, Taş Fırınlar da alttan alttan dört bir yanımızı sardı... Erkekler hangisini seçsem, kim olsam derdindeler… Farkında değiller çünkü… Biz Hürrem değiliz, biz Cemre değiliz, biz Ada değiliz, biz Meltem değiliz!!!!

Yazan: Reçel

13 Ekim 2011 Perşembe

Ve kadın depresyonda...

Sıcacık havalarda, orada burada fink atarken unuttuğumuz depresyon, güneş çekilip, kara bulutlar yüzünü göstermeye başlayınca birden yanımızda bitiveriyor. Ee kadınız ya yakından tanışıyoruz kendisiyle… İsimden de korkmuyoruz, kendisiyle ilgili yazılanan öcü o öcü diye anlatıldığı haberlere de aldırış etmiyoruz. Offf depresyon mu ata sporumuz yahu diyip geçiyoruz.

Şimdi tabii olay bu kadar da basit değil ama dediğim gibi Türkiye’deysen ve kadından depresyonla barışık yaşamaya alışıyorsun belli bir yaştan sonra. Ben şahsen depresyona girmemiş bir kadın dahi bilmezken depresyonda bir erkeğe de rastlamadım. Zaten sevgili depresyon nazik bünyeleri sever bu yüzdende erkeklere göre biz depresyona yaklaşık 3 kat daha yakınız.
Her kadının depresyona dair anlatacak bir hikayesi vardır mutlaka… Biraz depresif miyim neyim benim birden baya çok hikayem var. Mevsimi gelince depreşmeden olmuyor işteJ Tabii herkesin bir depreşme stili var. Her kadın depresyona kendinden izler katar ve onu öyle yaşar. Öyle erkeklerdeki gibi bir kalp sıkışması, bir içine kapanma, içki içip dağıtma arzusuyla kadın depresyonu anlatılmaz.

Mesela bazı kadınlar depresyondayken kül kedisine dönüverirler, bir zat deneyimlediğim ve sonrasında süpermiş dediğim bir stil. Bu stil umarım kimseyi çalışırken yakalamaz. Çünkü bok böceği ile ağustos böceği arasında bir moda giriyorsun. Banyo yapmak sıkıcı, anlamsız saçma geliyor. Saçlar yağlansa da jöleli misali yapıştırılarak bir hafta kadar kullanılıyor. Zamanın çoğu yatakta kedi misali yatarak geçiyor. Buzdolabı, müzik seti ve yatak üçgeninde sürüp giden bu stile genelde müdahale eden kişi anne oluyor. Kirlenmek güzeldir ama kirlenmek güzeldir diyorum desende duşun altında  buluyorsun kendini. Sonra bir rahatlama, kontrolsüz bir enerji geliyor insana. Aaa bakıyorsun ki gitmiş depresyon.  Ekonomik bir stil bu. Para harcama yok, yan gel yat Osman tipi! Saçlarından yağ damlayan bir kadın gördüğümde hiç eleştirmem çünkü bilirim ki %80 depresyondadır.
Bazı kadınlar da tam tersine depresyondayken bir bakım aşkına yakalanıyorlar. Bu biraz yorucu bir tarz. Önce saçların rengi değişiyor, kaşların şekli, makyaj stili, kıyafetler… Eski olan her şey gözüne batar hale geliyor. Kredi kartlarındaki limitle doğru orantılı bir iyileşme süresi var da diyebilirim. Limit ne kadar fazlaysa iyileşme de o kadar hızlı. Bir keresinde dolabımın en gözde parçasını çöpe sallamıştım, saçımı kısacık kestirip pembeye boyattım. Şimdi hatırlıyorum da vayyy be ne cesaretli depresyon mu bu!  Mağazaya gidip saçma sapan, asla giymeyeceğin kıyafetleri ayakkabıları alıyorsun… Depresyondayken gözüne süper görünüyor da sonra nasıl olup da ona onca para verdiğine inanamıyor insan. Burnu sivri ayakkabılardan tiksinmeme rağmen neredeyse 10 santim uzun bir burnu olan çizme almışım oha yani… Evlilik misali gözüne süper gelip aldığın adam bir sene sonra sana 3 beden büyük geliyor.
Bu iki tipten sonra birde obezite ile kardeş ve diyette depresyonumuz var… Obeziteyle kardeş olan var ya bütün kiloların sebebi işte o! İnsanı şöyle bir güzel buzdolabının karşına oturtturuyor, önce bir bakıyorsun neler var diye, sonra yiyeceklerini sıraya sokuyorsun. Akşama kadar durmadan mide fesadı geçirene kadar yiyiyorsun. Bir kutu nutellayı kaşık kaşık yiyip sonra üzerine yarım kutu labne peynir yediğim zamanlar oldu! Diyette depresyon da tam tersi… Süper kilo verdiriyor insana. Canın hiç bir şey yemek istemiyor… İştah filan hak getire, çikolataya Japon yemeği muamelesi yapıyorsun. Bu anlattıklarım bana uğramadı tabii… Nerede boktan şey var gelir beni bulur zaten.

Akalım alalemlere, boşver yatalım bulduğumuz yere tiplerini de saymadan edemeyeceğim. İlk söylediğim offf depresyondayım, hadi canım sıkıldı şuraya gidelim, off buradan bıktım şurası olsun tipi… Gittiğin yerden zevk alamasan da deli danalar gibi geziyorsun. Diğeri de hiçbir yere gitmek istememe ve tüm gün hatta bir hafta boyunca aynı pijamanın üzerine yapıştığı durum. Bir hafta boyunca yediklerinin haritası çıkıyor pijamanda…Sulu göz versiyonu ve ota boka gülme tipi de sık görülüyor. Bazı kadınlar depresyondayken olmayacak şeylere örneğin dizideki bir karekterin sevgilisi tarafından aldatılmasına saatlerce ağlayabilirken, bazılarının vidalar gevşiyor, sanki karşılarında Cem Yılmaz varmış gibi gülüp duruyorlar.
Neyse fazla uzatmayacağım… Yani bir kadının depresyonu ne zaman, nerede, nasıl yaşayacağı biraz karmaşık bir konu. Şimdi bu kadar anlattım bari sonuca bağlayım… Tüm bunları yaşamak istemiyorsan hemen aşık olman gerekiyor. Aşıksan ve depresyondaysan acil bir temizlik şart…. Şutla ve gooolll… Hemen yeni bir aşk bul!

Kele ilaç verdim vermesine de benim kelliğe bu ilaç gelmez! Evli ve depresyondaysan yarışmacı arkadaşlara başarılar dile ve paşa paşa yaşa depresyonu… Depreş, depreş bir yere kadar. Valla adam gibi yaşayınca biraz da dağılınca sonra bir şey kalmıyor.

Yazan: Reçel

11 Ekim 2011 Salı

Ne oldu cicim?

Bu yazıya çok manyak bir noktadan başlayacağım. Bu başlığı ayakları yerden kesilerek evlenen, aaa bizim aşkımız hep böyle kalacak, biz evliliğin monotonluğuna kapılmayız, biz marjinaliz, bizim evliliğimiz neden diğerleriyle aynı olsun ki diyen tüm arkadaşlarıma ithaf ediyorum. Ben size o kadar söyledim evlenmeyin, lan ben ettim siz etmeyin, ben düştüm o kazana siz düşmeyin diye… Sakalım yok ki sözüm dinlensin. Aman sakalım da olmasın zaten.

Sevgiliyken aşkımmm hadi ver bir öpücük, bebeğim annene ne alsak anneler gününde, ayy kuşuumm hasta mısın kıyamam ben sana bak evimiz olsaydı çorba yapardım sana, ayyy biz evlenecek miyiz şimdi diye vıcık vıcık muhabbetler bir ömür boyu sürecek diye düşünüyor herkes. Aşkın gözü kördür derler. Gözünü oyduğumun aşkı harbiden kör. Yanındaki adamı dünyanın en yakışıklı,  romantik, en hassas, en sempatik, en eğlenceli insanı sanıyorsun. Enleri yaşadığın bu dönemde de hayatının en büyük hatasına adım atıyorsun. O böcüğün yaptığı bütün salak salak hareketlerin hepsinden bir anlam çıkartıyorsun.   Dünyanın en mükemmel hayat arkadaşı seninki olacak sanıyorsun.
Dost acı söyler şekerim ama fena halde yanılıyorsun. Sevgi kelebeği modunda kıç kıça, dip dibe yaşanan dönem attığın bir imza ile sona ermeye başladı bile. Havadan bir metre yukarıda cinli gibi uçarak davetiyelerinizi getirdiğiniz günü dün gibi hatırlıyorum. Aynı yollardan geçen herkes gibi o andan sonra an ve an neler yaşadığınızı çok iyi biliyorum. Siz bana anlatmadınız ama ben buradan herkese anlatacağım şimdi.

Nikahta ayağına bastığın adamın o günden sonra sözünden çıkmayacağı inancıyla nikah cüzdanını eline aldın, tapusu bende tapusu bende diye dosta düşmana nispet için havalara kaldırdın. Düğündeki hasılatı hesapladınız sonra… Ooo ne çok altınınız oldu, bak bir de evlenmek kötü derler, kardayız ulan diye düşünerek paraları ezmeye balayına çıktınız.

Ama ne balayı, tavşan gibi sevişme ayı diyelim şuna. Seviş seviş de bir yere kadar canım bak bir haftada gına geldi ikinize de! Balayından döndükten sonra da yeni evli olmanın ağırlığıyla performansı düşürmemeye yemin etmiş gibi her akşam sevişmeye devam ettiniz. Bu olsa olsa ben diyeyim 1 ay sen de 3 ay sürdü. Grafik düştü tabii… Her şey grafiğin düşüşüyle orantılı olarak gün yüzüne çıktı. Buz dağının görünmeyen kısmı tüm soğukluğuyla yüzeyde görünmeye başladı.
Akşamları koştura koştura eve gitmeler mi dersin, iki saatte yemek hazırlamaya çalışmalar mı? Hani o salatayı yapan adam nereye gitti şimdi… Ben söyleyim hemen pijamalarını giydi, sen yemek hazırlarken serildi televizyonun karşısına… Dünyadan koptu yani… Arada bir sesi geliyor uzaktan. Yemek olmadı mı hala???  Ye, iç, yat… Göbeği de çıkmaya başladı. Zaten o baklavalardan hiç eser yokmuş ki adamda hayal görmüşsün şekerim.

Gözlerinde çapaklar var uyandığında, pörtlek pörtlek bakıyor.Seksiliğin s’i kalmadı di mi herifte. Ayyy ayakları da kokuyormuş. Hafta sonu çılgınlar gibi hadi oraya gidelim, hadi aşkım plan yapalımlar da azaldı. Teyzeler, nineler, annelere gidilmeye başlandı. Yeter ullaannn diyesin geldi de diyemedin. Offf ne zamandır asosyal gibi takılıyorsun değil mi sevgili arkadaşım? Alemlere aktığın geceler artık çok uzaklarda. Hani o müthiş hediyeler, sürprizler.  Saatlerle telefonda konuştuğun sevgilinle her gün aynı şeyleri konuşmaktan sıkıldın değil mi? Sohbetler kısaldı, sözcük haznesi daraldı. Onun en mükemmeli olmadığını fark ettin ama iş işten geçti. Televizyon izlerken saçma saçma yorumlar yaptığında şaşkınlıktan küçük dilini yuttun. Hele tuvaletteyken çıkardığı sesler ve arkasında bıraktığı izler!  Hele annesi, seni meğerse çok da sevmiyormuş. Kadın karga gibi her şeye karışmaya başladı.
Dahası annesi her gelip gittiğinde sevgilinle aranda mesafe büyüdü. Olur olmaz laflardan kavgalar çıkmaya başlamıştı zaten ama artık kavgada sırasında  “kavgada bile söylenmeyecek sözler” edilmeye başladı. Ne onun şerefsizliği kaldı, ne senin çirkefliğin. Seks yapma aralığı günlerden haftalara haftalardan aylara kadar uzadı.  Birlikte vakit geçirmek için verilen çabalar, iki taraflı biraz olsun başımı dinliyeyim diyerek kavga çıkarmama, ağzına geleni söylememe, içine atma çabalarına dönüştü. Seni ömür boyu seveceğini düşündüğün adamın seni hiç de çekici bulmadığını düşünmeye başladın. Ancak ona kızamıyorsun çünkü suçluluk duyuyorsun, nicedir sen de onun işe yaramaz, etkisiz, karizmasız biri olarak görmeye başladın… Yavaş yavaş kafalarda oluşan “Acaba evlenmeseydim nasıl olurdu, başkasıyla evlenseydim daha mı mutlu olurdum, boşansam kendi başıma idare edebilir miyim” gibi sorular iyiden iyiye palazlandı, dillendirilecek hale geldi.

Ya şekerim daha neler neler. Hepsini yaşadın ama hiç birini gelip şu dostuna anlatmadın. Neyse sözümü özlü bir soruyla sona erdireceğim. Ne oldu cicim?

Yazan: Reçel

5 Ekim 2011 Çarşamba

Sevgili Kocam, Hayalet Casper ve Kötü Arkadaşlar...

Sevimli Hayalet Casper’ı hatırlarsınız, zavallı her gün arkadaş bulmak için çabalardı ama etrafınki insanlar onu görmezler, söylediklerini duymazlardı. Sevimli Casper da bu duruma üzülür dururdu. Bir de bu Casper herkese yardım ederdi, iyi niyetliydi ve umudu hiç yitirmezdi. 

Evliliği dönemlere ayırmak gerekseydi bu dönemlerden birinin adı da Hayalet Casper dönemi olurdu herhalde. Erkeğin ilgisizleştiği, karısının sözlerinin yüzde 90’ına yanıt vermediği hatta bu sözleri duymadığı bir dönem. Bu dönemde içine kapanan erkek yemek, içmek ve diğer birkaç temel ihtiyacı için karısıyla iletişime geçiyor, sonra kendi dünyasına kapanıyor. 


İşte sanırım biz de o döneme hızlı bir giriş yaptık. Kocamın ilgisizliği kendimi Sevimli Hayalet Casper’a benzetmeme neden oldu. Sevimliliğim de ilgi görebilmek ve kocama söylediklerimi dinletebilmek için harcadığım çabalardan geliyor. Zorla sevimli hallere bürünüyorum adam beni görsün diye ama o çoktan akşam yemeğini yemiş kendi dünyasına gömülmüş oluyor. 

Bazı rüyalar vardır, bağırırsınız, konuşursunuz ama kimse sesinizi duymaz, boğazınıza bir şey düğümlenmiş gibi uyanırsınız. Durumum işte buna da benziyor. Akşam evde TV seyrederken ona bir şey sormak, bir şey anlatmak o kadar zor ki çoğu zaman söylediğim şeyi yarım bırakıp gücenerek iletişimi kestiğim oluyor ama inanır mısınız onu bile fark etmiyor. Bazen duysa da duymazlıktan geliyor, bazen de verdiği saçma sapan yanıtlarla “duymaz olaydın” dedirtiyor. 

Kızınca da “Efendim canım” diyerek sahte bir ilgi takınıyor ve bu durum yaklaşık sadece 2 dakika sürüyor. Hayalet Casper’a nasıl da benzediğimi geçen günlerde gittiğimiz bir yemekte de anladım. Diğer insanlarla konuşurken beni duymuyor, masada diğerlerine yaptığı jestlerin yarısını bile bana yapmak aklına gelmiyor. Benimle eğlenmeyen, benimle gülmeyen kocacım, arkadaşlarıyla, arkadaşlarının eşleriyle saatler süren, sonu gelmez muhabbetler ediyor. 


Ne yazık ki evlilik insanı böyle yapıyor işte. Belki de kocamın bana katlanma yolu budur, belki de rutin denizinde boğulmuş, duygularının yarısı ölmüştür, belki de aklında başka biri vardır, belki de gerek görmüyordur benimle konuşmaya. Belki de toplumun yüzlerce yıldır kadına “gereksiz insan, bir kenardaki hizmetçi bakış açısı” onun da bilinçaltını bir virüs gibi ele geçirmiştir.  

Nedeni nedir tam bilmiyorum ama bu durumunda ve bu tür bir evlilikte fena halde yanlış olan bir şeyler var. Ve Hayalet Casper rolü bana hiç uymadı. 

Şimdi siz söyleyin dostlar, hayalet Casper gibi yaşanır mı bu hayat? Yoksa ben de ona hayalet Casper gibi mi davranayım?  Aslında daha iyi bir fikrim var, Casper’ın kötülüğü seven hayalet arkadaşları da vardı. Görünmezliğin sağladığı avantajları kullanarak ben de onlar gibi davranıp kocama hayatı zehir edeyim en iyisi. Bekle beni kocacığım hayaletin geliyor.

Yazan: Leyla

3 Ekim 2011 Pazartesi

Evde tek başına 1

Evde tek başına diyince şu ufak veledin evde yalnız başına kalıp, kötü adamları türlü numaralarla yamultup, sonunda kıçlarına baka  baka kaçırması gelirdi eskiden aklıma.  Ne biliyim işte evde tek başına benim için ufak piçin filmiydi. Taaa ki evlenene kadar.

Keşke yine evde tek başına diyince o film gelse aklıma… Salak salak gülümsesem. Ya da ne biliyim evde tek başına kaldığım bir gün şimşek çaksa, gök gürüldese de korksam. Her şey bu kadar basit olabilse. Şimdi evde tek başına diyince anlatacak o kadar çok şeyim var ki!
Kavga evliliğin tadı tuzudur diyenler var ya onları tuza yatırıp dövesim var. Ne tuzu be! Sevgiliyken kavga etmenin bir güzelliği vardı. Masadan kalkıp eehhh yeter be diyip, çantanı koluna takıp, tıkır tıkır evin yolunu tutuyordun. Sevgilinden uzaklaştığın gibi sinirlerin de otomatik olarak gevşemeye başlıyordu. O kudursun dursun evde kakara kikiri modunda yakarım be bu dünyayı, işine gelirse diyiveriyordun. Sabah biiipp biippp sesiyle pişmaniye kıvamındaki sevgilinin aşk dolu mesajıyla uyanıp, bir kavgadan daha cengaver gibi başı yukarda çıkmanın sevinciyle uyanıyordun. Mıç mıç, vıcık vıcık kendini affettirmeye çalışıyordu sevgilin. Vayyy be ne güzel günlerdi..

Lale devrinin de bir sonu var tabii… Bizim Pargalı İbrahim evlenince birden Muhteşem Sülüman’a dönüştü. Bütün o kavgalardan sonra pişman olup kedi gibi ayağıma sürünen adam birden Brave Heart oluverdi. Burnundan kıl alınmıyor derler ya hahh işte tam öyle.

İlk zamanlardaki kavgalarımız son derece ateşliydi. O bağırıyor ben bağırıyorum. Hani eskiden çocukken en son ben vurdum en son ben vurdum diye bağırır durur, karşımızdakini uyuz ederdik ya, ben de ilk zamanlarda aynen böyleydim. En son sözü ben söyleyeceğim illa. Neyse bu bir süre böyle devam etti gitti… Hiçbir tartışma sonuca kavuşmayınca, savunduğum doğrular onun kulağından değil başka bir tarafından girince bende de yavaş yavaş tükendi enerji. Kavgalarda sesler kısılmaya başladı.
Ne biliyim kafasından aşağı döksem çayı, ben temizleyeceğim yine. Bardağı atsam duvara parçalasam yine benim ayağıma batacak. Ne yapsam olan bana olacak. Oldu da zaten. Kavgadan da yoruluyormuş insan bir zaman sonra. Bu aşamaya gelince kavgalarda format değiştirdi. Artık avazımız çıktığı kadar bağırdığımız devirler sona erdi. Cephede aslanlar gibi savaşan biz, silahlarımızı teslim ettik, sıcak savaşı sona erdirdik. Bundan sonra soğuk savaş başladı.

Hani eskiden tarih dersinde anlatırlardı. Ne sinir olurdum savaşın sıcağı, soğuğu, ılığı olur mu lan derdim. Sevgili tarih hocam sana o zamanlar içimden çok saydım. Wallahi biliyormuşsun da anlatıyormuşsun. Evet soğuk savaş diye bir şey varmış. Ben buna kısaca evde tek başına diyorum. Nasıl mı? Ses tonu değişmeden itinayla laf sokulur, o sokulan laf öyle bir yere girer ki kolay kolay çıkmaz. Sonrasında evde köşe kapmacaya başlanır. Zorunlu ihtiyaçlar hariç konuşulmaz. Ne biliyim tuvalette bir saat kalıyorsa, çık artık yaa denir. Herkes alanını seçer. Koltuklar ayrılır, yataklar ayrılır.

Kahvaltıda, yemekte tuzu verir misin, emek var mı gibi saçma sapan sorularla boktan bir muhabbet edilir. Alanlar ayrılır ama sömürgeci sistem devam eder. Kirlet kirlet at sepete, küs olsan da o çamaşırlar eşek gibi yıkanacak. Offf iğrenç ya. Küs olmanın tek iyi yanı koskoca yatağın bir şanslı kişiye kalması. Walla bazen bu soğuk savaşı seviyorum ya…. Neyse ki kocaman yatak bana kalıyor. Koltukta yatıp, kıçı başı tutulanlar düşünsün.
Bu soğuk savaşın sonu nereye varır bilemiyorum. Amerika’nın kapitalizmi, SSBC’nin komünizmi yaymak için yıllarca sürdürdükleri soğuk savaş sonrasında SSBC dağılmıştı. Amerika’nın kapitalizmi bu savaştan galip çıktı… Bir de Çin var tabi. Çin aşırı güçlendi bu süreçte. Bu soğuk savaş denkleminde hangimiz Amerika, hangimiz SSBC bilmiyorum ama Çin’in kim olduğu gayet ortada… Tabiii ki kaynana!

Anlayacağınız yatak sıcak, savaş soğuk ve ben evde tek başına!

Yazan: Deniz